Hikaye:
AĞAÇ
KAFA KAADI
Bu gün, Türk hikâyesi diye bir şey varmıdır ? Bu sorgu edebe aykırı görünmesin, var-
mıdır? Her gün Sirkeci garına giren tirenlerin gelirdikleri en
pespaye Fransiz gazelelerinden
en pespaye şarllar altında hırsızlanan ve altına iki isim, bir de soyadı halinde üç Türk ismi
atılan bir gündelik gazete hikâyesi ve hikâyeciliği vardır. Bundan başka yerli bir yazıcının
yazdığı, yerli bir sanat kiymetini,
yerli bir realile görüşünü, yerli bir ruh haletini arzeden
bir hikâye var mıdır? İlk gençliklerinde hikâye yazmış ve arlık yazmaz olmuş bir iki kişi -bir
tarafa, bu gün bu vasıfları taşıyan lek bir hikâyeci faalıyetle (değildir. Bu hikâyeyi okuyu-
nuz. Bakalım onda Anadolluya ait nasıl bir ruh haleti ve nasıl bir perspeklil göreceksiniz:
Akşam üzeri hapishaneye bir sürü adam
gelirdiler. Hepsi elli kadar vardı. Bu kadar
kalabalığı, süngü (akmamış iki candarmanın
arasında görünce yol parası borcundan bu-
raya geldiklerini anladık.
Nizamiye kapısından girince avluda sıra
oldular. Bir gardiyan elindeki kâadına bakarak
yoklama yaptı, Ondan sonra duvar kenarına
dizilerek çömeldiler, konuşmadan bekleşmeye
başladılar.
kılıkları pek perişandı. Polurları parça
parça sarkıyordu ve çoğunun ayağında kun-
duraya benzer bir şey bile yoktu.
Sırllarında deve tüyü çuldan kısa ve gene
parça parça cebkenler, bunun altında solmuş,
lime lime yıpranmış ve yamadan görünmez
olmuş mintanlar vardı. Siperini sağ veya sol
yanaklarının üstüne gelirdikleri kasketlleri yağ
içindeydi. Yırlık siperden köyu sarı mu-
kavvalar fırlıyordu.
Yanlarma (koydukları çul o heybelerin
yana yülan ağızlarından bir kaç somun Kara
ekmek, bir kaç dürüm yufka ve bazılarının-
kinden bir kaç taze soğan yaprağı görü-
nüyordu.
Hangi koğuşa yireceklerini ve ne yapa-
caklarını söyleyen olmadığı için uzun zaman
beklediler. Kendi aralarında ara sıra bir şey-
ler fısıldaşıyorlardı. Kendi köylerinden bir
kaç mahpus yanlarına sokulunca isteksiz ve
çekingen lavurlarla onun suallerine cevap
veriyorlar, ara sıra başlarını başka tarala
çevirip uzuklara bakarak bu konuşmaya de-
vam etmeklen pek hoşlanmadıklarını anlatı»
yorlardı.
Hakikaten o tanımadıkları o mahpuslardan
ziyade, hemşerilerinden ulanıyor gibiydiler.
13
Kalilden veya büşka ağır cürümlerden yatan
kendi köylülerinin karşısında, yol parası ver-
medikleri için hapse düşmüş olmak onlara
kim bilir ne hisseltirit ordu.
İçlerinde bir de ililiyar vardı. Görünüşle
allmışı çoklan aşmış olan bu adamın arlık
yol parası ve saire ile alâkası olmasa gerekti,
Mavi damarları fırlamış ve külükleşmiş elle-
tinde lutluğu iğri ve kalın bir sopaya daya- narak kalkabiliyor ve iki kal olmuş belini bir
yere dayamak için duvarın yanına gidiyordu.
Kupkuru ve uzun çenesinde bir Kaç tel
sallanmakla, dökülerek adamakıllı seyrekleşen
ak saçlarınm altında lekeli ve pul pul olmuş
bir deri parlamaktlaydı.
Üslü başı ölekiler kadar, hattâ daha
fazla perişandı. Belindeki meşin silâllık, belki
alınış senenin kahrını çekmiş olduğu için,
tüylenmiş, çatlamış, labân asları yibi incel-
mişli.
Yanma yaklaşlım. İhtiyarlıktan ufalmış
gözlerle bana baklı, Geçeceğimi sanarak başını
gene başka larala çevirdi.
Yanına diz çöktüm,
“ Merhabü, dede! ,, dedim.
Dönüp baktı Gözlerinde ufak bir hayret
parladı ve söndü.
“ Eyvallah! ,.
Her yeni gelene söylenen beylik cümleyi
söyledi :
“ Geçmiş olsun ? ,
“Sağrol!,
Tekrar önüne baktı, Bir sigara çıkarıp
verdim. Tilrek ellerile aldı, sonra silâhlığın-
dan leneke bir tabaka çıkararak açlı. İçinde
bir butamdan az tütün bosu ve bir fitilli
çakmak vardı, Seferberliklen kalma olduğu
AĞAÇ
KAFA KAADI
Bu gün, Türk hikâyesi diye bir şey varmıdır ? Bu sorgu edebe aykırı görünmesin, var-
mıdır? Her gün Sirkeci garına giren tirenlerin gelirdikleri en
pespaye Fransiz gazelelerinden
en pespaye şarllar altında hırsızlanan ve altına iki isim, bir de soyadı halinde üç Türk ismi
atılan bir gündelik gazete hikâyesi ve hikâyeciliği vardır. Bundan başka yerli bir yazıcının
yazdığı, yerli bir sanat kiymetini,
yerli bir realile görüşünü, yerli bir ruh haletini arzeden
bir hikâye var mıdır? İlk gençliklerinde hikâye yazmış ve arlık yazmaz olmuş bir iki kişi -bir
tarafa, bu gün bu vasıfları taşıyan lek bir hikâyeci faalıyetle (değildir. Bu hikâyeyi okuyu-
nuz. Bakalım onda Anadolluya ait nasıl bir ruh haleti ve nasıl bir perspeklil göreceksiniz:
Akşam üzeri hapishaneye bir sürü adam
gelirdiler. Hepsi elli kadar vardı. Bu kadar
kalabalığı, süngü (akmamış iki candarmanın
arasında görünce yol parası borcundan bu-
raya geldiklerini anladık.
Nizamiye kapısından girince avluda sıra
oldular. Bir gardiyan elindeki kâadına bakarak
yoklama yaptı, Ondan sonra duvar kenarına
dizilerek çömeldiler, konuşmadan bekleşmeye
başladılar.
kılıkları pek perişandı. Polurları parça
parça sarkıyordu ve çoğunun ayağında kun-
duraya benzer bir şey bile yoktu.
Sırllarında deve tüyü çuldan kısa ve gene
parça parça cebkenler, bunun altında solmuş,
lime lime yıpranmış ve yamadan görünmez
olmuş mintanlar vardı. Siperini sağ veya sol
yanaklarının üstüne gelirdikleri kasketlleri yağ
içindeydi. Yırlık siperden köyu sarı mu-
kavvalar fırlıyordu.
Yanlarma (koydukları çul o heybelerin
yana yülan ağızlarından bir kaç somun Kara
ekmek, bir kaç dürüm yufka ve bazılarının-
kinden bir kaç taze soğan yaprağı görü-
nüyordu.
Hangi koğuşa yireceklerini ve ne yapa-
caklarını söyleyen olmadığı için uzun zaman
beklediler. Kendi aralarında ara sıra bir şey-
ler fısıldaşıyorlardı. Kendi köylerinden bir
kaç mahpus yanlarına sokulunca isteksiz ve
çekingen lavurlarla onun suallerine cevap
veriyorlar, ara sıra başlarını başka tarala
çevirip uzuklara bakarak bu konuşmaya de-
vam etmeklen pek hoşlanmadıklarını anlatı»
yorlardı.
Hakikaten o tanımadıkları o mahpuslardan
ziyade, hemşerilerinden ulanıyor gibiydiler.
13
Kalilden veya büşka ağır cürümlerden yatan
kendi köylülerinin karşısında, yol parası ver-
medikleri için hapse düşmüş olmak onlara
kim bilir ne hisseltirit ordu.
İçlerinde bir de ililiyar vardı. Görünüşle
allmışı çoklan aşmış olan bu adamın arlık
yol parası ve saire ile alâkası olmasa gerekti,
Mavi damarları fırlamış ve külükleşmiş elle-
tinde lutluğu iğri ve kalın bir sopaya daya- narak kalkabiliyor ve iki kal olmuş belini bir
yere dayamak için duvarın yanına gidiyordu.
Kupkuru ve uzun çenesinde bir Kaç tel
sallanmakla, dökülerek adamakıllı seyrekleşen
ak saçlarınm altında lekeli ve pul pul olmuş
bir deri parlamaktlaydı.
Üslü başı ölekiler kadar, hattâ daha
fazla perişandı. Belindeki meşin silâllık, belki
alınış senenin kahrını çekmiş olduğu için,
tüylenmiş, çatlamış, labân asları yibi incel-
mişli.
Yanma yaklaşlım. İhtiyarlıktan ufalmış
gözlerle bana baklı, Geçeceğimi sanarak başını
gene başka larala çevirdi.
Yanına diz çöktüm,
“ Merhabü, dede! ,, dedim.
Dönüp baktı Gözlerinde ufak bir hayret
parladı ve söndü.
“ Eyvallah! ,.
Her yeni gelene söylenen beylik cümleyi
söyledi :
“ Geçmiş olsun ? ,
“Sağrol!,
Tekrar önüne baktı, Bir sigara çıkarıp
verdim. Tilrek ellerile aldı, sonra silâhlığın-
dan leneke bir tabaka çıkararak açlı. İçinde
bir butamdan az tütün bosu ve bir fitilli
çakmak vardı, Seferberliklen kalma olduğu